
Güvertenin küpeştesinde rüzgardan yüzüme düşen saçlarımı toplarken içinde kaybolduğum mavinin tonlarının sarhoşluğunda, hafiften çalan “gözlerinin yedi rengi” dışında bütün seslere kapattığım kulaklarımla dünyayla ilişiğim kesilmiş; ufuk çizgisinde gezinip dururken buldum kendimi. Deniz mavi, gök mavi… Ahenkle maviyle bütünleşen küme küme gezinen bulutların beyazlığını kıskanırcasına, deniz de dalgaların beyaz köpükleriyle gökyüzüne eşlik ediyor…
Mutluluktan havalara uçarken yüzlerinde gülümsemeyle maviliklere dalan; süzüle süzüle peşimize takılan yunuslar çalan şarkıya eşlik edercesine Nasıl da ahenkli bir şölen sergiliyorlar. Şarkının bitmesiyle birlikte perde kapandı dercesine gözden kaybolan yunuslara takılan gözlerim yine ufka doğru kayıyor. Gün batmaya başlamış; kızıla çalan güneş gökyüzünün maviliğini bastırarak yerini ay dedeye bırakmaya hazırlanıyor.
Dayandığım küpeştede kaç saat ufku seyre dalmışım bilmiyorum… Derken içimi ürperten bir serinlikle başımı kaldırıyorum ki, çift katlı otobüsün üst katında, köprüden geçerken açık olan pencereden yüzüme vuran rüzgar beni kendime getirmiş. Of ya of diyorum! Kim açtı bu pencereyi şimdi? Sırası mıydı sanki!