Kategori arşivi: GÜNLÜK YAZILARIM

Kelimelerin Dili

Türkçemize hep haksızlık yapıldığını düşünmüşümdür! Neden mi? Yok efendim kelime hazinemiz çok fakirmiş; bir İngilizce, Almanca çok daha fazla kelime hazinesine sahipmiş falan filan. Bunları söyleyenler kelimelerin aktif, pasif olma karakterlerini değerlendiyorlar mı? Yabancı dillerde bir kelime ile kaç ayrı ifade kullanılabiliyor, değerlendiriyorlar mi? Biz değil miyiz, “Türkçe için lastik gibi nereye çeksen gidiyor,” diyen! O zaman Türkçemize haksızlık etmiş olmuyor muyuz? Alın size ‘ÇAY’… bir yandan akar, bir yandan nerdeyse 5 vakit vazgeçemediğimiz; kiminin şekerli, kiminin şekersiz içtiği tavşan kanı içeceğimiz olur. Alın size ‘EL’… 5 parmak mı, yabancı mı? Nereye koyarsak ona göre değişir anlamı. Sahi, ”KOY’, deyince, küçük körfez olur; ya da tavşan çayı koyuver olur! “Vay, koçum benim,” deriz övgüyle birine; KOÇ olduğu için mi? Tabii ki hayır! Ama, övgü sözcüğü olarak yerleşmiş bir kere dilimize. Kızdık mı birine, öküzü yapıştırıveririz! ‘ÖKÜZ’…zavallı hayvan, en çok okkanın altına gidenlerden biri ÖKÜZ! Senin payına düşen buymuş! Yapacak birşey yok ÖKÜZCÜM.
Daha çok örnek var. Ama, gördüğünüz gibi dilimiz hiç de fukara değil. Evir çevir kullan. Lütfen haksızlık edilmesin Türkçemize.

Roman

Tek satırlık insanları roman yaparız bazen. Fazlasıyla değil, eksikleriyle sevildiklerini bilmeyen insanları… dünyanın merkezine oturan, dünyadan bi haber; içlerindeki boşlukları sevgi yerine, nefretle, şüpheyle, sadece almakla dolduran insanları…Hiç yer almaz romanımızda  içlerinde yaşadıkları bencilikleri. Habire örteriz üstünü, yok sayarız her ne yaparlarsa yapsınlar. Bilirler mi? Hayır! Hissettirmeyiz; çünkü hayatın onlara yaptıklatıyla doldururuz satırları, kendimize yapılanları göz ardı ederek. Hangimizin hayatında yoktur benzer şeyler aslında! Ama, biz güçlü olan tarafız ya! Başımız hep dik, yüzümüzde hep tebessüm! Güçlüyüz biz ya! Ne mutlu bize! Herkesin yükünü sırtlanabiliriz! Koşulsuz sevmek güzel; güzel de, insan anlıyor ki roman öyle bitmiyor.

Umudum

Geleceğe yürüyorum, yüzüm güneşe dönük; gölgeler arkamda. Biraz umut avucumda; biraz endişe gözlerimde. Sıkı sıkı yumuyorum arada gözlerimi, endişeleri yok etmek için; sıkı sıkı yumuyorum avucumu umudumu yitirmemek için. Attığım her adımda kalbim ağzımda. Geçmişi yaşadım, biliyorum; gelecek muamma olsa da, umut avucumda. Yüzüm güneşe dönük geleceğe yürüyorum.

Başlığını Siz Koyun!

Ne kötü nerede durduğunu bilememek!.. nerede kaldığını!.. sıkışmak arasında duyguların; sıkı sıkıya sarılmak sevgi kelimesine; sığdırmaya çalışmak kıyısından köşesinden ite kaka!.. fırsat bilmek her boşluğu, hatta minicik bir deliği oyarak büyütmeye çalışmak!.. Ah, çok zor tek başına üstesinden kalkmaya çalışmak… aranmak birilerini sağında, solunda…dönüp durmak kendi etrafında… sığdırmaya çalışmak birilerini çok zor! Çok mu çabalamak gerek sevgi için? Olmamalı öyle bence… kendiliğinden olanı güzeldir be! Zorla sevmek, sevilmek mi olurmuş! Kimseyi sevmedim zorla kendimi bildim bileli. Ama gönlü genişlerden oldum; kusur aramayanlardan… kolları kocaman açılanlardan… herkesi sığdırabilen o kolların içine. Ben mi? Çoğu zaman görmedim bana, benim kadar büyük kol açabileni. Oysa sarıvermek herkesi o kolların içinde ne güzel be, ne güzel! Sevmek güzel; sevilmek güzel… yazarken bile gülümsedi yüzüm. Sevmek güzel şey; sevilmek güzel şey.

Pamuk Prensesim

Üç yıl oldu bugün sen gideli…ne acın dindi, ne özlemin hafifledi. Düşünmediğim gün olmadı biliyor musun seni! O güzel yüzünle baktın bana hergün! Rüyalarımda da çok güzeldin. Uyandığım zaman duyduğum hüznün ardından, “gittiği yerde mutlu ki güzel bakıyor,” diye avuttum kendimi. Hâlâ ağlıyorum yokluğuna. Yokluğun, yılların boşluğu aslında! Yılların boşluğunu dolduramadan gittin. Ben şimdi nasıl başedeyim bu boşlukla? Başedemiyorum da! Yüreğim kabarıyor aklıma her geldiğinde. Damlalar hazır bekliyor sanki yuvarlanmaya. Kolay mı varlığında dolmayan o boşluğu yokluğunda doldurmak?! Sen mutlu ol gittiğin yerde; sen huzurla uyu Pamuk Prenses olduğun yerde. Ben seni hep seveceğim.

Keşke Kalsaydın Biraz

“Zıp zıp,” da diyebilirdim sana!.. hatta fırlama, hatta şebek!.. hepsi de seni tarif ediyor oyuncu bebeğim benim. Her deliğe burnunu, kafasını sokan bebeğim benim… bu kadar merak neyin nesiydi?! Ne vardı azıcık, azıcık uslu olsaydın; söz dinleseydin meraklı boncuk! Ama o zaman sen sen olmazdın ki Şeker’im! Çılgın, deli ruhlum benim! Akıllı, zeki Şeker’im benim. Bir girsin pir girdin hayatımıza; çıkışında bir o kadar hızlı oldu! Olmasaydı keşke! Gitmeseysin keşke! Boncuk gözlüm benim, Şeker’im benim. Renk değildi hayatımıza kattığın; can kattın hayatımıza… neşe kattın; sayende kahkalar yükseldi evimizde. Eşek herif; sen ne güzel girdin hayatımıza… keşke kalsaydın, birlikte yaşlansaydık! Biz seni çok sevdik Şeker’im. Biliyorum, sen de bizi çok sevdin. Seni çok özleyeceğiz biliyor musun! Birlikte yaşlanmadık ama birlikte anılarımızla yaşlanacağız. Güle güle Şeker’im. Güle güle bebeğim, minik kedim, minik şebeğim.

Güvenmek mi Güvenmemek mi?

Verilen kaçıncı sözden sonra kırılır güven, tutulmamışsa verilen sözler? Tutulmayacağını bile bile neden söz verir insan? Çok mu güvenir zekasına insan verdiği sözün tutulmadığının anlaşılamayacağına? Yoksa insanların aptal olduğunu düşünmek daha mı kolay geliyor insana tutulmayacağını bildiği sözleri verirken? Aptal yerine koymadan önce, yoksa iki kere mi düşünmemek lazım? “Hııııımmm!.. Aslında zannettiğim kadar aptal da olmayabilir,” diye düşünmek egosuna yenilmekten mi kaynaklanır ki acaba devam eder güven zırhının altında yalan söylemeye? Bu kadar güven patlamasının nedeni ne olabilir acaba insanda? Bir sıçrarsın, iki sıçrarsın ve sonunda bir bakmışsın yakalanmışsın çekirge! Kaç kere güvenir ki insan birine?!..

Screenshot_20200504-215823_Gallery

Seviyor Sevmiyor

Belki çocukluğumun bir parçasıydı!.. “Çiçek dalında güzeldiri” bilmiyordum o yaşlarda. Baharın coşkusuyla kaplamaya başladıklarında toprak anayı, büyümelerini beklerdim sabırsızlıkla. Bir demet toplayıp sevgimi göstermenin sembolüydü benim için. Dedim ya, bilmiyordum o yaşlarda doğanın süsünün çiçekler olduğunu! Biraz daha büyüyüp, içimin kıpırdanmaya başladığı yaşlarımda, “seviyor sevmiyor” diye yolmaya başladım sözde o çok sevdiğim papatyaları. Aslında canlarını yakmak değildi niyetim! Yandığını da düşünmüyordum zaten! Hepi topu çok sevdiğim papatyaydı benim için onlar. Kalan son yaprağın “seviyor” demesi daha önemliydi. Hadi birini yoldun olmadı… ille “seviyor” diyene kadar yolunacak o canım çok sevdiğim papatyalar. Ne zaman ki büyüdüm, çiçeklerin dalında güzel olduğunu gerçekten anladım, o gün bugündür koparmadım bir daha çok sevdiğim papatyaları. Seyrettim doya doya, hayranlıkla. Ama bahar gelince insanlar mutlu olur, sanki yeniden uyanırlar ya tabiat anayla, benim bir yanım hüzünlü kalır. Artık o çok sevdiğim papatya tarlalarının yerini taş binalar almış; onların arasında tek tük kendilerine yer bulmaya çalıştıklarını görmeye gönlüm razı gelmez olmuş! Papatya, en sevdiğim çiçek…

Çocuk

Gel otur yamacıma çocuk. Birlikte sallayalım ayaklarımızı denize. Sen balıklara ekmek at; ben martılara. Kimin kısmetinde ne varsa, yesinler kapışa kapışa. Salladık bir kere yan yana ayaklarımızı denize; şarkı bile söyleriz birlikte… sallana sallana bir o yana bir bu yana. İyi de şarkı da bilmemki hiç. Sen öğretirsin bana çocuk. Ben eşlik ederim sana. Çok mu çocukça acaba? Olsun, herşey güzeldir çocukça olan! Masumiyetin adı çocuk, sevginin adı çocuk… Dünya seninle güzel çocuk.

Minik Martım

Telâş için de koşturuyordum ona rastladığım zaman! O’ysa, bir duvar dibinde sessiz, sakin, öylece oturuyordu orada. Kömür karası gözlerine takıldı gözlerim. Mahzun, ürkek, korku dolu gözler… acelem de vardı aslında! Bir iki adım yürüdüm; durdum ve o kara gözlere baktım yeniden. Etraftan insanlar geçip gidiyordu ama kimsenin çekim alanına girmemişti o ürkek gözler! Gidemedim bırakıp. Elimde alışveriş poşetleri, birlikte girdik evden içeri. 4 gün, 5 gün el ele diz dize oturduk. Çok inatçıydı ama! Ağzına lokma koymuyordu! Aç, susuz… nasıl yaşanır öyle! Hayata küsmekti galiba bunun adı! Neşeli şarkılar bile yetmedi onu güldürmeye. Küsmüştü işte hayata! Çok küçüktü daha, minicik… annesinden ayrı düşmüş, kimsesiz kara gözlü bir yavruydu o. Kim bilir nasıl ayrı düştü annesinden, bilmiyorum! Ama annesinin sıcaklığını aradığını biliyordum. Üzgün, mahzun minik martı yavrusu… çok uğraştım gitmesin diye! Ve bugün çok inanmıştım denizlerde annesini bulacağına! Taaa ki akşam olana kadar. Kucağımdaki kafa bir o yana, bir bu yana düşmeye başladı. “Gitme,” diye haykırdım, “gitme!” Annen bekliyor seni! Şimdi bir veteriner kliniğinde yaşam mücadelesi veriyor. Her gün sokaklarda yüzlerce hayvan ölüyor, biliyorum. Ama dokunduğun canlı!.. Çok başka bir duygu! Dua ediyorum onun için. “Annen seni arıyor bir yerlerde,” diyorum. Sakın gitme, lütfen. Gidersen annen çok üzülecek. Annemin gittiği gün ben de çok üzülmüştüm. Bilirim gitmenin ne demek olduğunu! Gitme lütfen! Maviliklere uçacaksınız daha birlikte.

20 gün dayanabildi martı kuşum… 20.günün sonunda annesine kavuşamadan maviliklere uçtu!